Demir Leydi’nin ardından…
Thatcher
çocukluğunu 80’li yıllarda yaşamış olanlar için kendi ülkesinin dışında da
ikonik bir imge. 1959 da siyasete atılan Maggie her adımını sağlam atıp 1975
yılında muhalefette olan Muhafazakar Partinin başına geçti. Tarihinde kendini
ülkesine adamak adına saçlarını sıfıra vurdurup aseksüel bir hayat seçen
Elizabeth gibi siyasi figürleri barındıran İngiltere bir kez daha cinselliği
hadım edilmiş gibi duran, hayatın çalışmaktan ve ciddiyetten ibaret olduğuna
inanan bir kadın siyasi figür üretti. Kasım ayı bir canavarın doğumuna vesile
oldu (November spawned a monster-Morrissey).
Moz’un allegorik biçimde anlattığı gibi Korkunç Maggie maskülen-feminizm
rüzgarını da arkasına alarak yoluna
sağlam adımlarla devam etti. Oysa kendisinin de ifade ettiği gibi feminizmden
hoşlanmaz hatta bu akımı topluma zararlı olarak nitelerdi. (‘The feminists hate me, don’t they? And I don’t blame
them. For I hate feminism. It is poison.’
- as said to her adviser (and
one-time New Statesman editor) Paul Johnson, according to a
2011 piece he wrote for The Spectator.)
Yine de Hollywood kendisini
Meryl Streep kılığında öncü feminist bir figür olarak gelecek nesillerin
zihnine yerleştirmekten hiç çekinmedi. Meryl Streep’in yine kaçınılmaz olarak
Oskarlık bir rol sergilediği sıkıcı filmden çok önce ise 1981 yapımı Roger
Moore’lu James Bond filmi “For Your Eyes
Only” de önünde önlüğü, mütevazi mutfağında kocası için akşam yemeğini
hazırlayan, ancak kırmızı telefondan derin devlet casusluk işlerini kotarmaktan
da geri kalmayan hali ile karşımıza çıktı. Korkunç Maggie bu! Herşeyi uygun
biçimde ve mükemmel yapardı. Ölümünün
ardından çok konuşuldu. Konuşulması gerekenler kuşkusuz feminizme katkısı
olmamalıydı. 1979’da genel seçimle başbakan olduktan sonra uyguladığı acımasız
politikaları neo-liberal ekonomi, özelleştirme, işçi sendikalarının
feshedilmesi ve kamu kesintilerini öngörüyordu. Falkland adalarına asker
çıkaracak denli kifayetsiz muhteris post kolonyal politikaları ile barışçıl
politikalardan ne kadar uzak olduğunu göstermekten hiç çekinmedi, Nelson
Mandela’ya terörist etiketini de yapıştırarak bunun altını iyice çizdi. Her ne
kadar maskülen feminist zırhına bürünmüş ise de politika sahnelerinde
Glastnostçu Gorbaçov ve eski kovboy Reagan’la flört etmekten, dizdize saatler
geçirmekten hiç çekinmedi. Thatcher’ın bir hayranı da Özal’dı. Kendisinin
ifadesi ile “ha Özalcı ha Thatchercı önemli olan halkları için daha iyi bir
yaşam” dı. Bugün geriye dönüp bakıldığında her ikisi de halklarının kaderinde
bir mihenk taşı oldular, ama daha iyi bir yaşam asla gelmedi. Ülkelerinin
siyasetine bulaştırdıkları neo-liberalizm illeti kendilerinden sonra da devam
etti. Özal’ın Thatcherizm tutkusu Türkiye’de yeni burjuva sınıfları yarattı,
ekonomi bir yana kültürel bağlamda bir çöküşün temellerini atıp tüm bir
toplumun değer yargılarını yozlaştırdı.
Thatcher’ın ölümünün ardından geriye
bıraktığı en güzel şey kendisine nefret kusan bir müzik külliyatı kuşkusuz.
Başını Morrissey’in çektiği aklı selim, dili kılıç kadar keskinlerin yarattığı
müzik. Pete Wylie, Jarvis Cocker, Billy Brag, Dead Kennedys ve daha nicesi.
Viva Hate’te “Ne zaman öleceksin? Lütfen öl! İyi insanlar bunu düşlüyorlar,
gizlemiyorlar, hadi rüyalarımızı gerçekleştir!” demekten kaçınmayan Morrissey
ve Thatcherizm’in ağır şartları altında ezilen işçi sınıfına tercüman olan
diğerleri sonunda düşlerine kavuştular. Sosyal hafızası bizimki kadar bulanık
olmayan bir halk körü ölünce badem gözlü yapmadı, bu gidişi gönlünce kutladı.
“İçinde insanlığa dair bir atom dahi bulunmayan terror kraliçesini”
gönüllerince uğurladılar.
Peki Thatcher henüz yaşarken ve aktif
siyasetteyken İngiltere’de bu sözünü ettiğim anti-Thatcher müzik ortalığı
inletirken, küçük hayranı Özal’ın memleketinde müzikal hadiseler neydi. Döneme
müzikal bağlamda damgasını vuran en önemli olay kuşkusuz yasaklı sanatçılardı. 12
Eylül darbesinin yasaklar listesi politik olmaktan, cinsiyet değiştirmeye,
derin dekolteden sivri dilliliğe dek uzanabilirdi. Özal döneminde yasakların
yavaş yavaş kalkması İzmir fuarı gazinolarını bu yasaklı sanatçılardan
bazılarının doldurması içten içe yaşanan devlet buyurdu madem ne güzel diye
kabullenilen bir memnuniyet durumu olmaktan öteye geçmedi. Öte yandan dönemin ruhunu belki en iyi
yansıtan halkın içinden gelen arabeskin aşağılanıp yasaklanmasıydı. Oysa
sonrasında yeni oluşmuş ayaktakımı burjuva arabeski baş tacı edecek, arabeskin
en önemli figürlerini pop kültürün içine zorla yerleştirmekten çekinmeyecekti.
İngiltere’de Thatcher politikasını,
müzisyenler de müziklerini yapıyordu. Herkes anladığı ya da anladığını
zannettiği işi en azından inandığı şekilde icra ediyordu. Oysa bu topraklarda
devlet eliyle uydurulmuş bir müzik olan “çok sesli hafif türk sanat müziği” tek
kanaldan vatandaşlara “tavsiye” ediliyordu. Sanatları kişilikleri bir yana
Yıldırım Gürses’in başını çektiği sanatçı güruhu ısmarlama besteleri ile halkın
müzik zevkini daha yüksek bir seviyeye taşımaya gayret ediyorlardı. Bir anlamda
halkın kendi içinden ürettiğini ehlileştirip köreltiyorlardı. Oysa müzik ehlileşmemelidir, Thatcher’ın ölümü
bana en çok bunu anlattı hatırlattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder