11 Nisan 2013 Perşembe


Demir Leydi’nin ardından…

 Thatcher çocukluğunu 80’li yıllarda yaşamış olanlar için kendi ülkesinin dışında da ikonik bir imge. 1959 da siyasete atılan Maggie her adımını sağlam atıp 1975 yılında muhalefette olan Muhafazakar Partinin başına geçti. Tarihinde kendini ülkesine adamak adına saçlarını sıfıra vurdurup aseksüel bir hayat seçen Elizabeth gibi siyasi figürleri barındıran İngiltere bir kez daha cinselliği hadım edilmiş gibi duran, hayatın çalışmaktan ve ciddiyetten ibaret olduğuna inanan bir kadın siyasi figür üretti. Kasım ayı bir canavarın doğumuna vesile oldu (November spawned a monster-Morrissey). Moz’un allegorik biçimde anlattığı gibi Korkunç Maggie maskülen-feminizm rüzgarını da arkasına alarak  yoluna sağlam adımlarla devam etti. Oysa kendisinin de ifade ettiği gibi feminizmden hoşlanmaz hatta bu akımı topluma zararlı olarak nitelerdi. (‘The feminists hate me, don’t they? And I don’t blame them. For I hate feminism. It is poison.’            
- as said to her adviser (and one-time New Statesman editor) Paul Johnson, according to a 2011 piece he wrote for The Spectator.)
Yine de Hollywood kendisini Meryl Streep kılığında öncü feminist bir figür olarak gelecek nesillerin zihnine yerleştirmekten hiç çekinmedi. Meryl Streep’in yine kaçınılmaz olarak Oskarlık bir rol sergilediği sıkıcı filmden çok önce ise 1981 yapımı Roger Moore’lu  James Bond filmi “For Your Eyes Only” de önünde önlüğü, mütevazi mutfağında kocası için akşam yemeğini hazırlayan, ancak kırmızı telefondan derin devlet casusluk işlerini kotarmaktan da geri kalmayan hali ile karşımıza çıktı. Korkunç Maggie bu! Herşeyi uygun biçimde ve mükemmel yapardı.  Ölümünün ardından çok konuşuldu. Konuşulması gerekenler kuşkusuz feminizme katkısı olmamalıydı. 1979’da genel seçimle başbakan olduktan sonra uyguladığı acımasız politikaları neo-liberal ekonomi, özelleştirme, işçi sendikalarının feshedilmesi ve kamu kesintilerini öngörüyordu.  Falkland adalarına asker çıkaracak denli kifayetsiz muhteris post kolonyal politikaları ile barışçıl politikalardan ne kadar uzak olduğunu göstermekten hiç çekinmedi, Nelson Mandela’ya terörist etiketini de yapıştırarak bunun altını iyice çizdi. Her ne kadar maskülen feminist zırhına bürünmüş ise de politika sahnelerinde Glastnostçu Gorbaçov ve eski kovboy Reagan’la flört etmekten, dizdize saatler geçirmekten hiç çekinmedi. Thatcher’ın bir hayranı da Özal’dı. Kendisinin ifadesi ile “ha Özalcı ha Thatchercı önemli olan halkları için daha iyi bir yaşam” dı. Bugün geriye dönüp bakıldığında her ikisi de halklarının kaderinde bir mihenk taşı oldular, ama daha iyi bir yaşam asla gelmedi. Ülkelerinin siyasetine bulaştırdıkları neo-liberalizm illeti kendilerinden sonra da devam etti. Özal’ın Thatcherizm tutkusu Türkiye’de yeni burjuva sınıfları yarattı, ekonomi bir yana kültürel bağlamda bir çöküşün temellerini atıp tüm bir toplumun değer yargılarını yozlaştırdı.
Thatcher’ın ölümünün ardından geriye bıraktığı en güzel şey kendisine nefret kusan bir müzik külliyatı kuşkusuz. Başını Morrissey’in çektiği aklı selim, dili kılıç kadar keskinlerin yarattığı müzik. Pete Wylie, Jarvis Cocker, Billy Brag, Dead Kennedys ve daha nicesi. Viva Hate’te “Ne zaman öleceksin? Lütfen öl! İyi insanlar bunu düşlüyorlar, gizlemiyorlar, hadi rüyalarımızı gerçekleştir!” demekten kaçınmayan Morrissey ve Thatcherizm’in ağır şartları altında ezilen işçi sınıfına tercüman olan diğerleri sonunda düşlerine kavuştular. Sosyal hafızası bizimki kadar bulanık olmayan bir halk körü ölünce badem gözlü yapmadı, bu gidişi gönlünce kutladı. “İçinde insanlığa dair bir atom dahi bulunmayan terror kraliçesini” gönüllerince uğurladılar.
Peki Thatcher henüz yaşarken ve aktif siyasetteyken İngiltere’de bu sözünü ettiğim anti-Thatcher müzik ortalığı inletirken, küçük hayranı Özal’ın memleketinde müzikal hadiseler neydi. Döneme müzikal bağlamda damgasını vuran en önemli olay kuşkusuz yasaklı sanatçılardı. 12 Eylül darbesinin yasaklar listesi politik olmaktan, cinsiyet değiştirmeye, derin dekolteden sivri dilliliğe dek uzanabilirdi. Özal döneminde yasakların yavaş yavaş kalkması İzmir fuarı gazinolarını bu yasaklı sanatçılardan bazılarının doldurması içten içe yaşanan devlet buyurdu madem ne güzel diye kabullenilen bir memnuniyet durumu olmaktan öteye geçmedi.  Öte yandan dönemin ruhunu belki en iyi yansıtan halkın içinden gelen arabeskin aşağılanıp yasaklanmasıydı. Oysa sonrasında yeni oluşmuş ayaktakımı burjuva arabeski baş tacı edecek, arabeskin en önemli figürlerini pop kültürün içine zorla yerleştirmekten çekinmeyecekti.
İngiltere’de Thatcher politikasını, müzisyenler de müziklerini yapıyordu. Herkes anladığı ya da anladığını zannettiği işi en azından inandığı şekilde icra ediyordu. Oysa bu topraklarda devlet eliyle uydurulmuş bir müzik olan “çok sesli hafif türk sanat müziği” tek kanaldan vatandaşlara “tavsiye” ediliyordu. Sanatları kişilikleri bir yana Yıldırım Gürses’in başını çektiği sanatçı güruhu ısmarlama besteleri ile halkın müzik zevkini daha yüksek bir seviyeye taşımaya gayret ediyorlardı. Bir anlamda halkın kendi içinden ürettiğini ehlileştirip köreltiyorlardı.  Oysa müzik ehlileşmemelidir, Thatcher’ın ölümü bana en çok bunu anlattı hatırlattı.   


Hiç yorum yok: