26 Aralık 2012 Çarşamba

ODTÜ OLAYI CANIMI SIKIYOR, UMUDUMU KIRIYOR!


İnsan böyle bir haksızlık karşısında nasıl tepki vereceğini şaşırıyor. Oturup bu resmi yaptım 2 saat uğraşıp. Çocukça belki ama içimi rahatlattı. Minoshka yarın Opti sweatshirt i alacak ikimize de. Üstümüzden çıkartmayız belki bir hafta. Karşı duruşun binbir yolu var. Çok muyuz az mıyız? Bizi nasıl bir gelecek bekliyor? ODTÜ'nün yanında olan gitsin buyurmuş iktidar, onlardan öğretim üyesi olmaz zaten, olsa nolur olmasa nolur demiş. İçimden birşeyler yükseliyor. Neden bitmedi? Neden babalarımızdan bize miras kaldı tüm bu korkular? Babamın benimle ilgili tek derdi nüfus cüzdanımı almadan çıkmamam oldu tüm gençliğim boyunca. Şimdi fişlendik mi zaten? Derin uykudan uyanma vakti mi geliyor? Çocukken iki şey için dua ederdim. Biri kıyamet kopacaksa kaçırmamak, ikincisi lütfen ben yaşarken savaş olmasın. Başlıbaşına bir oxymoron. Kopacaksan kop kıyamet. 

23 Aralık 2012 Pazar

KULENİN MERDİVENLERİNDE YA DA SENİN ODANDA BULUŞALIM!


Yirmili yaşlarımın hemen öncesinde aşkın benim için bir DM şarkısı olacağını söylemiştim birisine. "Strange Love" dönemi çabuk geçti ve ilk duyduğum günden bu yana benim için aşk "In Your Room" oldu. Ve bir resim seç deselerdi "The Meeting on the Turret Stairs" i gösterirdim soranlara. Yaşım 40'ı buldu hala imkansız aşkın peşindeyim. Ya sadece ben sevmeliyim ya da ikimiz de sevsek bile kavuşamamalıyız. Asla! 

Resim bir Danimarka efsanesini konu alıyor. Epey kanlı bir arka planı var bu aşkın. Helleil'in Hildebrand'a aşık olması üzerine bu ilişkiyi onaylamayan kızın babası yedi oğluna Hildebrand'ı öldürme emri veriyor. Hildebrand Helleil'in babasını ve altı kardeşini kılıçtan geçiriyor. Ancak küçük olan kurtuluyor. Yara alan Hildebrand da ölüyor ve hemen ardından Helleil. Aslında bayağı ve vahşi bir hikaye, ama Frederick William Burton bu efsaneyi kendine göre yorumlayıp iki sevgilinin gizlice son kez birbirlerine veda ettikleri bir anı resimliyor. Birbirlerine bakamıyorlar bile, sadece Helleil'in geriye uzanmış koluna kaçamak bir öpücük. Saatlerce bakabiliyorum bu resme. Çok güzel buluyorum bu mahrem veda sahnesini ve çok hüzünlü. Nasıl bu kadar canlı olduğunu, nasıl bu kadar derinden vurduğunu anlayamıyorum. Bunca zaman geçmişken üzerinden, aşk teması alabildiğine sentetikleşmişken nasıl güzelliğini ve gerçekliğini hiç eksilmeden koruyabilmiş aklım almıyor.

Bu ara bu resme bu kadar çok bakmamın sebebi aşk kuşkusuz. Yine imkansız yine kavuşmasız. Arasıra yapılan gündelik konuşmaların hantal tabakası altında bir kaç kaçamak bakış, gözgöze gelinen bir galaksi yılı sürdüğü sanılan küçük anlar, küçük imalar. Alttaki fotoğrafta ilk gerçek aşkımın, lise aşkımın andacıma yazdığı yazı var. En azından anlaşılmış olduğumu, onun da beni sevdiğini anlıyorum şimdi bakınca. Bazen doğru zamanda cesur olmak gerekiyordur belki. Aşkın sadece bana ne hissettirdiği ile o kadar meşguldüm ki her zaman kendi kozmozumun dışında ne olacağı beni hiç bir zaman ilgilendirmedi. Çünkü aşk benim için sadece bir an, zihne iyice kazınması gereken. Süreci yok bence. Beni ilgilendiren o ikili dayanışma değil haftalar, aylar ya da yıllar süren. Ben sadece o tek bakışla ilgileniyorum. Kaçamak ya da gözünü gözüne diken, aklını başından alan. Kulenin merdivenlerindeki o anı istiyorum sadece.    







26 Kasım 2012 Pazartesi

BABAANNE...


Yukarıdaki resim 10 Kasım 1939 tarihli. Erenköy Kız Lisesi öğrencisi Seniha, Atatürk'ün ölümüne ağlıyor. Bugün 26 Kasım 2012 ben de onun ölümüne ağlıyorum. Sürekli ağlamıyorum, ne de olsa sıralı bir ölüm, beklenen bir ölüm. Ama bunlar ne gidenin değerini azaltıyor, ne de ölümün her koşulda acı olduğu gerçeğini değiştiriyor. Giden benim manevi babaannem, zaten gerçeği hayatımda hiç olmadı. Resimlerinden tanıyorum sadece ama tanısaydım severdim, fotoğraflarından belli oluyor. Oysa manevi babaannemi iyi tanıdım sayılır. Çocukluğumun önemli bir kısmında önemli bir rol üstlendi. Aydınlık, bilgili, akıllı bir kadındı. Hakkında anlatılanlarla kendi anlattıkları bir araya geldiğinde bir nevi roman ve ya film kahramanı gibiydi. Zamanın kimya mühendisi, Kız kulesine sabahları kulaç sallayarak gidip dönecek kadar sportmen, Türk solunun gizli kahramanlarından, fırtınalı bir evliliğin ve aşkın kahramanı, büyüdüğüm Bornova'nın alamet-i farikalarından. Karşılıklı apartmanlarda dürbünle birbirimizi izlerken gözgöze geldiğimiz komik hikayelerin kahramanı, babama telefon edip üstüne düzgün birşey giymesini söyleyen babaannemiz. 


Ben onu daha çok bu haliyle hatırlayacağım. Bir de 1985 yazını. O sene koleji kazanmıştım ve yine alışıldığı üzere onun yanında Urla'da kısa bir tatildeydik. Urla o zaman benim için koli basiliydi, kötü denizdi. Ama babaanne'nin yazlığında olmak güzeldi. Şimdi sorsan kimsenin bilmediği İtalyan Lisesi'nin arkasında, daha henüz kimselerin Urla'da oturmayı havalı bulmadığı zamanlarda. Bir sabah herkesten önce uyandığında kardeşimle beni elimizden tutup sarı çiçeklerin arasında dolaştırdığı o sabah. Hiç nedensiz çocukluğumun en güzel anlarından biri. O yaz benimle çok gurur duymuştu, herkese başarımı anlatıyordu. Severdi başarıları, güzel şeyleri. Sonra bir akşamüstü beni alıp İskele postanesinin karşısında bir yere götürdü. Klazomenai kazı alanına. Beraber gezdik çalışanlara sorular sorduk. Uzun uzun izledik. İlk arkeoloji sevgisi büyük ihtimalle o gün atıldı içime. Homeros bir kap formu mu diye soran insanlarla aynı sıraya oturana dek romantik bir sevgiyle ilgilendim arkeolojiyle. Ve ilk çalıştığım kazı onun beni elimden tutup götürdüğü Klazomenai oldu, büyük ihtimalle sonuncusu da öyle olacak. Hatta çalıştığım alan tam da onunla durduğumuz ve uzun uzun kazıcıları izlediğimiz yer. Sırf bu yüzden bile onu unutmam mümkün değil. Rahat uyu, ışıklar içinde uyu babaanne. Senin gibisi az gelir bu dünyaya, o yüzden sıralı gidişin azaltmıyor acımızı.        

23 Kasım 2012 Cuma

TA PANTA RHEİ...


Yazıyı okurken bu resmi düşünmelisin...


Ve bunu dinlemelisin...

Zamanla hep alıp veremediğim vardır... Belki  bu sol kolumda "kötü fön çeken bir mahalle berberine" ait olması gereken "ta panta rhei" dövmesini biraz olsun anlaşılır kılar. Bir kabullenme sürecinin sonunda, akşamdan kalmalığın sürdüğü bir Tunalı akşamüstünde yapılan bir ergen hatası. Bütün çirkinliğine rağmen sırf bu yüzden sevilmeyi hak eden bir dövme bence.  Herakleitos'un en ünlü sözü. Çağdaşı diğer doğa gözlemcisi filozofların aksine çok daha soyut bir şeyle, zamanla uğraşıyordu. Her anın eşsiz olduğunu, herşeyin akıp gittiğini ve ya bir metaforla açıklamak gerekirse aynı nehirde asla ikinci kez yıkanılamayacağını söylemişti. Bu fikir beni hep çok üzdü. Hatta tüm varoluşumun bunun üzerine olduğunu düşünüyorum bazen. Daha çok küçükken bile çok mutlu olduğum bir anın hemen arkasından bir daha asla o anı tekrar yaşayamayacağım diye gizli gizli ağladığım çoktur. İnsanlığın geldiği uzun yolda hükmedemediği en önemli şey "zaman". Ne arkeoloji ile uğraşmak ne olayı kişisellikten çıkarıp daha felsefi bir boyutta anlamaya çalışmak beni bu derin üzüntüden kurtaramıyor. Çoğu kez zihnimi ve gözlerimi bir kayıt cihazı gibi kullanmayı deniyorum, bir daha göremeyeceğimi bildiğim yerlere, şeylere, kişilere uzun uzun bakıyorum, belki sonra hatırlayıp aynı anı, aynı hissi tekrar yakalayabilirim diye. Bazı anlar için bunu çok iyi becerdiğim söylenebilir. Sözgelimi annemin belli yaşlarından görüntüler anlar var kayıtlarımda. Burada bir parantez açıp erkek çocuk olsaydım Oedipus kompleksinden fazlasıyla muzdarip bir psikopat olma olasılığımın çok yüksek olduğunu söylemeliyim. Gerçi yine de fena sayılmam, tüm hayatımın tüm sorunlarımın merkezine hep annemi koyarım. Neyse bu ayrı bir konu. Diyeceğim o ki, bazen İzmir'e gittiğimde anneme bakarken 40'lı yaşlarından falan kayda geçtiğim bir an canlanır, yanında şimdiki haliyle annem. Çoğu zaman neden durduk yerde sinirlendiğimi ya da ağladığımı anlamaz kadıncağız.
Ya da çok sevdiğim yerler. Sabah bazen geçmiş bir zamanda, istediğim bir günde, istediğim bir evde uyanabilirim. Bu aralar sık sık ayrılacağım Mersin'e bakıyorum. Çok sevdiğim bir yer olduğundan değil ama her sabah güzel bir açıdan görme şansına sahip olduğumdan ve pek te güzel bir yere gitmiyor olduğumdan burayı kayda geçiyorum. Baktıkça da çok basit bir ayrıntı da olsa, bu pencereden bir daha bu denize aynı insanın bakamayacağını bilmek her zaman olduğu gibi canımı sıkıyor. Bence Herakleitos iflah olmaz bir melankolikti...   

19 Kasım 2012 Pazartesi

TOMRİS UYAR'LA BİR HAFTASONU...


Mersin'de olasılıkla son haftasonumu solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle evde belli aralıklarla kendimi yataktan koltuğa sürümekle geçirdim. Fazla uykuya izin vermeyen öksürük ve hapşırık krizleri yüzünden sabahın 5 buçuğunda uyanmıştım bile. Hava da yağmurluydu. Elimde kah kahve kah ıhlamur evin dört bir yanında, alıp kenara attığım Tomris Uyar öyküleri ile geçti. Ne yalan söyleyeyim lise yıllarında okuduğum Gündökümleri dışında öyküleri bana hep çok mesafeli gelmişti. Belki de hayatının detaylarını fazlaca bilmekten kaynaklanan bir şeydir. Bu uzun zamandır kafama takılan bir şey. Çağdaş yazarların bu anlamda dezavantajı olduğunu düşünüyorum. Özel hayatına burun sokabildiğimiz yazarları sadece yazdıklarıyla sevmek değerlendirmek imkansız. Yazarın eseri ile okuyucu arasına yazarın kendisi giriyor ve bu her zaman iyi bir şey değil. Tomris Uyar örneğinde ise bu maalesef pek çok kadın okuyucu için fazlasıyla olumsuz bir koşul oluşturuyor olabilir. Bir kere kadın çok güzel, iyi eğitimli, havalı, zeki, ama en önemlisi Cemal Süreya'nın unutamadığı sevgilisi, Turgut Uyar'ın herşeyi, Edip Cansever'in platonik aşkı. Üç erkek tarafından böylesine çok sevilmek, hem de ne üç erkek. 

Lise yıllarında kendisi de bir Amerikan mezunu olduğundan bizim liseye konuşması için davet edilmişti. Samimi bir edebiyat sevgisi ile dolu olan o zamanki sevgili edebiyat öğretmenimiz sayesinde Tomris Uyar'ı yakından tanıyor gibiydik. O yüzden okulda rockstar gibi karşılanmıştı. Ne anlattığını hatırlamıyorum.

Neyse bu haftasonuna dönersek öyküleri bıkmadan okudum, bir kısmını zaten önceden okumuş olduğumu farkettim. Aslında önemli bir çevirmen olduğunu da not düşmek gerek buraya. Özellikle Edgar Alan Poe. Şüphelerim var kendisi hakkında. Bana bir edebiyat groupie'si gibi geliyor, bunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Gerçi groupie olmanın kötü bir yanı yok nazar-ı itibarımda, bilakis! Öykülerini hala mesafeli buluyorum. Bu kıskançlıktan mı bilemem tabii. Belki Borges gibi bir yazardır o da. %90 entellektüellik %10 yetenek. İnsan sever okur ama çarpılmaz.  



17 Kasım 2012 Cumartesi

16 Kasım 2012 Cuma

YOU ARE LIKE A TURD THAT DON'T FLUSH MR LEPİSTES!!!



1995 yapımı Kevin Costner elinden çıkma Waterworld bir distopya hikayesinin nasıl sıçılabileceğinin güzel bir örneğiydi. Filme dair en heyecanlı şey kötü çocuk Deacon'ı oynayan Easy Rider Dennis Hopper'dı. Filmlerden çok fazla replik hatırlamama rağmen bu karakterin iki lafı beni benden almış sinemada gereksiz kahkaha nöbetine tutulmama yol açmıştı. Hakikaten ne zaman hayatımda birini tehdit olarak hissetsem ve onun tarafından kuşatılmış bulsam -ki sıklıkla başıma gelen bir durum- "You are like a turd that don't flush" diye yüzüne haykırasım gelir. Tıpkı badass Deacon'ın sümsük Mariner'a bağırdığı gibi. Daha cool bir başka repliği ise "Let's have an intelligent conversation here: I'll talk, and you listen." Bunu da sarfetmek istediğim birkaç hayali sahne var aklımda hahahahaha...

15 Kasım 2012 Perşembe

I WAS JACK FAIRY THEN...





Sosyomat kapanmış. Bir zamanlar hararetle etiket peşinde koştuğumuz güzel bir siteydi. Ankara'da geçen güzel günlerimin hallmark larını barındırıyor hala. Neyse ki arşivi duruyor. Oraya yazdıklarımı buraya kopyalamaya karar verdim. N'olur nolmaz. Benim için eskiden yazdıklarıma geri dönmek hep önemli. Gidişatın ne olduğuna bakmayı seviyorum. Günlüklerim hep yanımda taşıdığım ıvır kıvır şeyleri yazdığım defterlerin içinde darmadağın. Bir yerde unutsam hapı yuttum. Neyse eski yazıları aşağıya kopyalıyorum.

KARILAR KOĞUŞUNDA CEHENNEM HAYATI
Kazıda 12 kadın ve bir erkekten oluşan bir grupla yaşamak artık işkenceye dönüştü. Kadın düşmanı olmam yakın. Herşey dolce vita başlamıştı oysa ama şimdi Lord of the flies'ı oynuyoruz. Offffff bitsin bu çile çile çile.....

*Datça :) Yine de her zaman herşeye rağmen güzeldi!

DATÇA'DA FEVZİ'NİN YERİ
Datça'da tüm kıyı balık lokantaları ile kaplı görünse de gerçekte adamakıllı balık yenilebilecek tek yer Fevzi'nin yeridir, bir de belki Fishmekan. Biraz daha pahalı ama en azından suratınıza kalamarın yanında tarator istediğinizde teretör! diyip mel mel bakan garsonlar yok. Fevzi biraz huysuz herif, ısmarladıklarınızı beğenmeyebilir, o öyle yenmez diye azarıda işitebilirsiniz ama olsun değer. Otlar melengeç ve kaya koruğu favorim. Orfoz yahni, fener ızgara, iskorpit ve sanırım sadece buralarda bulunan lopa. Kopanisti peyniri rezil kokmakla beraber mutlaka tadılmalı. Bir tek ahtapot bacağı diye verdiği küçücük tabaktaki takırtukur artık ahtapotun neresiyse! sevemedim.... Palamutbükü'nde de Tuna restoran fena kıvırmıyor bu deniz ürünleri işini.... O bük bu bük dolanıyorum pazarları hayırlısı. En favori bük Palamutbükü ve Hayıtbükü. Hayıtbükü'nde Ortam güzel. Bir keresinde bize karanfilli ekmek ikram etmişti tadı hala unutamıyorum :)

*Bu yemeği KoKo ile yemiştik. Küstah Fevzi...

DESSAU WEİMAR
Bauhaus evleri ve atölyesi gezildi tozuldu... Gropius... En güzel Klee ile Kandinsky'nin birleşik evleri... birine aşık olup o evlerde beraber ama bi o kadarda hür olmayı hayal ettim... bu arada nasyonal sosyalistlerin fonksiyonelliğe dayanan bu akıma nasıl karşı çıktıklarına aklım ermedi... bağırlarına basmalıydılar... ne yazıkki DDR'ın amerikan kısmı sahip çıkmış, zaten sonrası malum... amerika'nın el attığından hayırmı gelir...

*Almanya günleri... Andreas'ın memleketiydi Dessau... Ben Bauhaus görmek istediğim için götürmüşlerdi. Yine yasak/günah bir flört yaşıyordum. hahahhaha...

KAZMAK YA DA KAZMAMAK
kazmalımı yoksa durmalımı? para varmı, geldimi, kazmalımı? yoksa durmalımı? offffffffffffffffffffffffffffffffffffffffffffffffff..... ne biçim bir yaz bu :( şimdi kaz kaz kaz, bir daha kazzzz....

*2008 yazı bakanlık para vermemiş. saçmalık! ne sürünmüştük o sene.

LIFE IS FULL OF CRASHING BORES
Bugünlerde yeni oyun... Sabahları Tunalı Kızılay arası yürürken kulaklıkla müzik dinleyenlerin yüzlerine bakıp eğleniyorum... Herkes ÇOK hüzünlü, ÇOK havalı, ÇOK düşünceli, ÇOK eğlenceli... Benim sabah şarkım genellikle Life is crashing boresss bu ara... And I am one of thoseee diye bakınıyorum galiba etrafıma.... I miss a specific period of my life nowadays.... And yes life is full of crashing bores indeed...

*Sen kendi suratına bak ibiş!

FED UP WITH THOSE BITCHES
offff bıktım kendini benle aynı sanan kadınlardan.... biz, biz,biz... öyleyiz, böyleyiz, şöyleyiz.... değilizzzz babiesss değilizzz.... yoksa tanıdığım bunca kadın nasıl birbirini bu kadar az sevebilirdi? Hepimiz biz olurduk demi? I am just lying to you, for only hearing your secrets, to see your real faces.... you bitchesss... fuck offf :))))

*Bu konuda hala aynı düşünüyorum. 

ISSIZ PRİMAT BONOBO
"Issız Adam" bence ininde yaşayan, henüz diğer canlılarla iletişim aşamasına geçememiş primat bonobo'nun macerasıdır. Güzel yemek yapmak, havalı evde yaşamak ve ağlak türkçe pop dinlemek gibi birtakım uygarlık "simgeleri" üzerine yapıştırılmış öyleceee durmaktadır. Seviştiği kadınları geçtim de o annesine davranışı tüm filmin içimi yakan ve gözlerimi nemlendiren tek kısmıydı. Anasına öyle davranan heriften ne hayır gelir yaw...Acıklı olan ise sürüler halinde kadınların primat bonoboların peşinde koştuğu ve henüz lisan denemeyecek gevelemelerini cankulağı ile dinleyip anlamaya çalışmalarıdır. Bu film olsa olsa bunu koymuştur ortaya... Heralde bu eleştirime en güzel cevabı filmdeki primat Alper verirdi "Sen de bi primatla uğraştın herhalde zamanında" diye... Uğraşmadım uğraşmamda, ama inandıramazsın. Zira kadın karakterin üzerinde bundan ileri gidememişler... Bonobolardan uzak duralım, huzurlu yaşayalım... ve evlatlarımızı bonobo olarak yetiştirmeyelim ahahahahaha....

* Bu filmde beraber gittiğim düdükler yüzünden sinemada en arkada oturmuştum. Hala nefret ediyorum filmden. Ve en önemlisi ben sinemada hep en önde otururum, sadece yalnızlar en önde oturur dense de (Bkz. Bertolucci/Dreamers) 

SABAH BASTIRAN CAN SIKINTISI
ayı ruhların sarfettiği birkaç söz bir sabahı can sıkıntısına boğabiliyor.... iletişim sınırlanmalı.... sabah insan sadece kendine uyanmalı....

*Hacettepe'ye konuşma yapmaya gittiğim günün sabahı. Daimi ayı bir sebepten asabımı bozmuş. Artık bozamaz :) Pencereden bu manzaraya bakarken yazmıştım hatırlıyorum.


SLEEPLESS IN OPTİ
Uykum var çok. Okul soğuk. Bina inşaat şantiyesi. Kahve makinamız gideli iki yıl oldu. Onu hala özlüyorum :)

*Hunhar ve hadsiz kişilerin elinde common room'a dönüşen güzel ve dağınık ofisimizde soğuk ve uykusuzlukla savaşırken yazmışım bu satırı. Kahve makinası uğruna savaşılacak kadar önemliydi bizim için. Ofisdaş soulmate'imin bugünkü kahve düşkünlüğüne bu makinanın sebep olduğunu düşünüyorum. Zira beraber otururken kahve içmezdi. Pirzola da yemezdi belki barbar kocası da pirzolaya ikna eder :)

PROTEGE MOİ!
hiç istenmeyen bir yolculuğa hazırlık.... sabah kulaklarımda çalan trust (the cure)..... evimden dışarı adım atmak istemiyorum.

*Mersin'den çağırmışlar belliki!

KURŞUN GEÇİRMEZ BENİM YALNIZLIĞIM
Sosyomat'ı unutmuşum ne zamandır.... Buraya atıp bıraktığım yazılar dönüp bakınca hep iyi bir şey hatırlatıyor bana, kendime getiriyor.... Yataktayım saat 11:14, çıkasım yok.... Kalorifer borularından garip sesler geliyor, eski bina annemle yaşıt harıl harıl sarsılıyor. Kahve içtim sütlü şekersiz, yatakta ve dün akşam yarım bıraktığım Das leben der anderen'i bitirdim. Almanya'yı, Doğu Alman ruhunu, Berlin'i seviyorum. Ama 12 gün gelip kalan gitmek bilmeyen Alman'ı sevemedim. Yine olmadı... Gitti oralarda bir yerde benim için acı çekiyor. Çok komik geliyor bu halleri. Ben de birileri için acı çekip kendimi komik hallere sokmuşumdur şüphesiz. Yine de iğrenmemi engelleyemiyor bu aşık ruh durumu. Reddedilmek ne kadar da güçlü bir afrodizyak.... Çok içinden çıkılmaz ruh halleri bunlar... Ben yalnızlığımı seviyorum, sadece 3-4 yılda bir bunu bana hatırlatacak bir insan evladına ihtiyacım var -not necessarily a man!

*Buna sadece "acuktum" diyebilirim.

ASLINDA ÖNEMLİYMİŞSİN...
Seninle aramızdaki şeyi karşılıklı önemsememek üzerine kurulu ya ilişkimiz... Ben bu hafta sonundan sonra önemsedim seni... şimdi nolucak ?

*Arada ben de gerizekalı olabiliyorum! Saçmalama allahaşkına hiç te önemli değildi, hala da değil hahahaha... Of bir de kimi düşünerek yazdığım aklıma geliyorda... Bullshit afedersin!

DECADENT
Bazen aradığını ve bulduğunda çok sevineceğini sandığın şey senin içini boşaltıyor.

*Hayatımda güzel bir kesitti, kendim hakkında çok şeyi keşfettiğim. Keşke yaşarken bu kadar hayıflanmasaymışım.

THİS MESS WE'RE İN!
Yıllar sonra bu şarkı gelip bir lanet gibi buldu beni yine... "Duygusuz eğlenceli şeyler", entrikalar, oyunlar derken PJ ile Thom bana uyarı yolladı... This is not You!

*Ehh apparently!

İZMİR'E YOLLANIYORUM.
Periyodik anne ziyaretlerinden biri daha... Hem gidesim hem kalasım var... Yakında hayatımda olacak büyük değişikliğin provası gibi... It reminds so much pain... Sıkıntılıyım... Aksi gibi kimse telefonlarımı açıp ta benimle yoldan önce bir yemek yemedi... aç çıkıcam yola... bir paket sigara bitirip... fuck fuck fuck...

*Tuhaftır etrafımda çabuk arkadaş edinen ve herzaman gereğinden fazla ahpabı olan biri olarak tanınmama rağmen gerçekten ihtiyacım olduğu anlarda -ki bunlar senede bir kaç kez çok şiddetli anlardır- kimseyi bulamam. Bu da öyle bir anmış. O anın hatırasına "fuck you all!"...

SIKICI YAZ GİBİ GİBİ AKŞAMÜSTÜ
Ankara, Haziran, soğuk... Seviyorum seni Ankara, bana getirdiğin herşeyle... Seni terkedesim yok! Fon şarkısı Pulp-Disco 2000...

*Sanırım bir daha hayatımda hiç bir yeri Ankara'yı sevdiğim gibi sevmeyeceğim. 30-40 arası hayatımın en özel ve en güzel zamanlarının mekanı olarak kalacak. Daha iyisinin olacağını sanmıyorum. Orada tanıdıklarım hep gerçek dostlarım olacak. Bunu biliyorum. Ve inan bunu son derece mantıklı bir halde yazıyorum, gözlerim falan dolmuyor. Böyle bir günde Tunalı'da bir bira herşeye değerdi :)


Sıçtığım boklar adam oldu! başlıklı ruh halimi es geçip "balık burger" tarifi vermek istiyorum. Günlerdir aklımı başımdan alan bu düşünceyi nihayet hayata geçirdim. İgloo'nun fish finger'larını tavada yağsız altüst et. Ekmekleri kızart. Ekmek dilimlerinden birinin üzerine hardal ile karıştırılmış ince kıyılmış taze soğan ve maydanoz karışımını sür. Üstüne fish finger'ları koy. Onun üstüne ince dilimlenmiş salatalık turşusu koy. Onun üstüne bir marul yaprağı koy. En üste diğer ekmek dilimini kapa ve ye! Fuck you all! Have a nice day...


15 Ekim 2012 Pazartesi

Bugün bilinç akışım çıfıtçı bohçası gibi. Gergin birgün. İşin içinde hastaneler, yüksek ateşler, endişeler, yüksek devlet kurumları falan var. Ama nedense gerçekliğe dair bunca endişe verici durum zihnimin son hızla çalışmasına engel olamıyor. Yoksa şu yeni almaya başladığım multivitamin gerçektende yazdığı gibi konsantrasyon mu sağlıyor ota boka. sabahın 7'sinde uzak, puslu masalsı diyarlarda yaşayan bir lise arkadaşım sayesinde bu köşeyi keşfettim. Yazdıkları hoşuma gitti. Bugünkü yazısında bahsettiği sütsüz kahve stereotipi benden çok uzak. Bir de aranıyordum birşeyler okuyayım diye Zizek iyi geliyor kulağa. Zira elimde oradan oraya dolaşan son İhsan Oktay Anar kitabına bir türlü ısınamadım.   http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/meltem-gurle/ 

Derken günün daha geç sabah saatlerinde efsanevi okul müdiremiz demir lady Bercis Hn'ın ölüm haberi geldi. Bercis Hanım kesinlikle bir "sütsüz kahve" kızıydı. Uzun süredir hiç görmedim ama öldüğü güne kadar da bu halini muhafaza ettiğine eminim. Mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın... Sanırım hepimize değişik açılardan ilham kaynağı olan biriydi. Gerçi lisede elimde gazlı kalemle çizilmiş haçlı dövmeleri, ordan burdan sarkan kılık kıyafet tüzüğüne aykırı gömleklerim ve iflah olmaz "outsiders" ruhumla onu her gördüğümde inceden inceden içimden yükselen "sen hiç adam olmayacaksın kızım" hissiyatını anımsıyorum en net, kendisine dair. Neticede bakışlarıyla anlatmak istediği de doğru çıkmadı değil. Devlete, bilime kenarından köşesinden hizmet bence beni hala bir baltaya sap yapmadı. O da zaten bir baltaya sahip olmamızı istemezdi. 90'ların başında dershane furyasında "Dershaneler değil, bu okul size eğitim veriyor. Bırakın dershaneye gitmeyi, burada öğrendiklerinize odaklanın" diyerek idealist Don Kişot ruhu ile bizi az çarpmamıştı. Yine de sonuçta hepimiz dershaneye gittik, ama bir açıdan haklı çıktı! O okulda öğrendiğimiz herşey hayatımız boyunca kuytuda köşede unutulmuş mücevherler gibi zamanı geldiğinde ortaya çıktı, içimizi rahatlattı. Bunca çirkin koşuşturmanın, hayat gailesinin ortasında cebimize sıkıştırıverdikleri sanatın, bilimin, edebiyatın ipuçları bence hepimizi çoğu kez kurtardı. Teşekkürler Bercis Hanım.

Daha da var yazacak şeyim, ama belki yarına. Çok yorgunum. Endişeli gerçek dünyada yapmam gerekenler var.      

25 Mayıs 2012 Cuma

Bugün çok içesim var benim.
Bu fotoğrafın ne şu anki ruh halimle ne de kafamda durmadan çalan Teoman cover'ı Bugün'le (Kreş) ilişkisi var. Şizofren haller. Şarkının bugün bu kadar çok aklıma gelmesi evi kolileyip kaldırmış olmam. "Evimi yaktım, kitaplarımı attım" diyor şarkıda. Hayatım boyunca en sevdiğim evden ayrılmak üzereyim ve galiba hayatımın en güzel dönemini de kapatma zamanı geldi. Ne yazık ki daha güzel günlerin beni beklediğini düşünmüyorum. Gerçi içimden kıs kıs gülüp "ulen senin de her değişimde bu drama queen hallerin!!!" demiyor da değilim. İşte böyle. Yukarıda ki en eski arkadaşım Elif'in hediyesi Cezmi. İçinden çıkanlar JiJi ile benim aylarca içine yuvarladığımız bozukluklar. 213 adet 5 kuruş ve 232 adet 10 kuruş. Bilmem uygun mu ama bir Tunalı dilencisine vermeyi planlıyorum. Şık St. Dalfour reçel kavanozunda!