6 Eylül 2013 Cuma

  

ŞİZOFRENİNİN YARARLARI

Haziranın sonundan bu yana bir grup insanla aynı yerde yaşıyorum. İçine kapalı bir grubuz. Gündelik konuşmalar tükeniyor, sıkıcılaşıyor kendini tekrarlıyor. Bunun bir ölçek yukarısına çıkınca da durum farklı değil. Hayat bir rutin. Kendi özel hayatımız sarıp sarmalayan habitatta da iyi şeyler olmuyor. Orta dünya savaşa hazırlanıyor, ülke karışık. Her sabah yeni bir tatsız gündem. Klavye başında yaz babam yaz. Bir yandan ağır iş, bir yandan dışarıda olan biten hayatı güzel kılmıyor. Bu yaşta yaptığım işi severek mi yapıyorum sorgulaması eğer herhangi bir 1. dünya ülkesinde yaşıyor olsaydım "ortayaş bunalımı" olarak nitelendirilebilirdi. Eğer kısmen de olsa seçtiğimiz gibi, dilediğimizce yaşıyor olabilseydik. Değil ama! Burası bir 3. Dünya ülkesi "ileri demokrasi" düsturu ile daha da batağa batan. Göreceli olarak şanslı sayılırım yine de. Ama istediğim işi yapmıyorum, ne yaptığım işin bağlamında ne de birebir işin tanımı gereği. Bu denli başka insanlara ve kurumlara bağlı bir işi yapmak istemezdim. Belki sanatı denerdim ne bileyim. Tracey Emin Frida Kahlo kılığına girdiğinde sanat oluyor gerçekten deniz aşırıda ama burada Karolin Fişekçi topun üstüne oturduğunda ne oluyor bilemiyorum doğrusu. Arkeolojiden öğrendiğim en önemli şey hiçbirşeyin bağlamından soyutlanarak değerlendirilemeyeceği. Burada bizi sarıp sarmalayan bağlamın bizi kendimiz yapmaya gücü yok. 

İnsanların kendi küçük dünyalarının zenginliğinin günü kurtaracağına inananlardanım. Dışarıdan müdahalelerin şiddetine bağlı bu tabii. Yalnız insanlar dışarıdan anlaşılıyor mu? Sorsan herkes yalnız, herkes çok kendi başına. Değil bence, ötesinde berisinde insanlarla yaşayanlar, güne yanında biriyle başlayanların bunu söylemesini saçmalık olarak görüyorum. Kalabalıklar içindeki yalnızlık falan da değil bu. Sadece küstahlık gibi geliyor. Hayatımda bir kaç tane gerçek münzevi insan tanıdım, ya kendilerini öldürdüler- öyle ya da böyle ya da koptular gittiler. Korkuyorum açıkçası, iç zenginliğimin tükenmesinden. Bu ara stoklar azaldı gibi. Hayatıma girip yalnızlığı daha derinden hissettirenler var, bir süre iyi olduğuma inandıranlar var. Öylesi daha fena. Yalnızken en azından kabullenmiş oluyorsun, gidiyor , kendi kendine bağlanıyorsun. 

Böyle zamanlarda David Bowie'yi düşünüyorum. Station to station, personadan personaya, alter-egolar cangılı. Şizofreni sağlıklı bir şey. Psikiyatrinin ya da psikolojinin insanları "düzeltmesine" inanmıyorum. Anlamakla yetinmeliler, müdahale saçma. Bowie münzeviliğini böyle aştı, hatta sonunda "proper" evli barklı adam oldu. Demek ki "tedavisi" çok kişilikli olmasıydı. Kendine hayali dünyalar yaratması. İş yine iç zenginliğe geldi tabii. Onu çoğaltmak, beslemek lazım. İkinci kişiler, yeni çevreler, sevgililer, arkadaşlar değil bunun çözümü. 

Umarım bu yazıyı bir iç huzuru ile gülümseyerek okurum yakın gelecekte. Bir Drama Queen'im hiç inkar etmedim ki...  

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Devrimcinin Akıllısı Mahpusta Yatmayanıdır

Bugün Ali İsmail’i düşündüm. 19 yaşında bir çocuk. Orda burada resimleri çıkıyor, üzerinde Red Hot Chilli Peppers tişörtü ile kaykay yaparken, arkasında bir antik kentin sütunları gülümsüyor, ama hep gülümsüyor gözleri pırıl pırıl. O gece Eskişehir’de direnişe giderken ölümü düşündü mü acaba? O sabah uyandığında gördüklerine insan gözüyle son kez baktığı aklına geldi mi? Hayatın aslında güzel olduğunu, yapacak çok şey olduğunu? Dünyayı iyi bir yer haline getirmenin mümkün olduğunu?

Direnişe hemen herkes kadar katıldım, sosyal medyayı direnişe destek veren hemen herkes kadar kullandım. Başından bu yana en çok aldığım uyarı bu işleri bırakmam üzerine. Devrim boşta gezenlerin işidir, bilimle sanatla uğraşanlar toplumları dönüştüren siyasi olayları belli bir mesafeden izlemelidir. Olaylar bitince de onun sosyolojisini, analizini yapar, olmadı şarkı yazar şiir yazar, kitap yazar yayınlar, söz uçar yazı kalır. Dikkat et! Dikkat et! Dikkat et!
Ali İsmail’e de annesi “dikkat et” dedi mi acaba?

Peki ya devrimcinin öleni?

Dün Deniz’in Mahir’in, İbrahim’in adını zikrettim diye bir arkadaşım hiç çekinmeden altına “Çok devrimci gördüm seni, ama dikkat et! Devrimcinin akıllısı mahpusta olmayanıdır.” yazdı. Yatmadan okuduğum son cümle ne yazık ki bu oldu. Gecem, kabuslarım “akıllı olmayanların” yüzleri, gözleri, elleriyle doldu. Erdal Eren’in son gülümseyen bakışı, Deniz Gezmiş’in üzerinde yeşil parkası dudağının kenarında alaycı gülümsemesi, İbrahim Kalpakkaya’nın ailesine kolları bacakları ayrı ayrı teslim edilmeden önceki kasketli gülümseyen fotoğrafı. Pek akıllı değillerdi anlaşılan, mahpusa düşmekle kalmayıp bir de öldükleri –pardon öldürttükleri! için kendilerini düpedüz ahmak olmalılar. Yoksa insan ölüme giderken neden gülümsesin?

Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlık aydınlığa?

Soru basit cevabı çetrefilli. Bir davaya gönül vermek, inanmak, bu yola baş koymak. Bunlar sanırım artık çok demode söylemler. Şimdilerde devrim masalları ile büyümüş dahi olsalar, akademik ortamda orta yaşlarını sürenlerin çoğu komik buluyor böyle şeyleri. Komik demeyelim de “gerçekçi” bulmuyorlar. Zaten Gezi ruhu da yalan oldu, o çocuklarda o ruh ne arar. Tanıyorlar onları üniversite amfilerinden, derslerinden. O çocuklar devrim yapamaz. Bunlar derin devletlerin, uluslarüstü sistemlerin işi. Hepimiz piyonuz. Oysa tarih okuyan ya da biraz ilgilenen birisi bilir ki yukarıdan baktığında tarih tekerrürden ibaretmiş gibi görünse de bazen biri çıkar, bir küçük olay tüm gidişatı düzeltiverir, insanlığın içinde umut yeşertir.

Devrimcinin akıllısını bilemem de yüreklisi, ne yaptığını bileni çok hesaplamaz kendine gelecek zararı. “Son bakıştaki o gözler” kadar, yaptıkları kalır aklımızda. Ölmezler! Zehirli dilleri ile sokaktaki yüzbinleri görmezden gelen yüreği umutsuzlukla dolmuş olanlar ancak “akıllı davransalardı keşke” derler. Sanki o çocuklar bilip te seçmiş gibi ölmeyi, sanki ölmek için çıkmış gibi yola. Kim ister mahpusa düşmeyi ya da kim ister ölmeyi? Mesele inandığını yapmakta, söylediğini yapabilmekte. Ölümse sonu kim görebilir ki o güzel yolun darağacına, celladın eline gittiğini. Siz akıllı olduğunuzu sanmaya devam edin, oysa akıldır fikirdir zaten bu dünyayı daha yaşanılır bir hale getirecek olan. Seçilen ölüm ya da mahpushane değil devrimdir, insanlıktır zaten... 



  





11 Nisan 2013 Perşembe


Demir Leydi’nin ardından…

 Thatcher çocukluğunu 80’li yıllarda yaşamış olanlar için kendi ülkesinin dışında da ikonik bir imge. 1959 da siyasete atılan Maggie her adımını sağlam atıp 1975 yılında muhalefette olan Muhafazakar Partinin başına geçti. Tarihinde kendini ülkesine adamak adına saçlarını sıfıra vurdurup aseksüel bir hayat seçen Elizabeth gibi siyasi figürleri barındıran İngiltere bir kez daha cinselliği hadım edilmiş gibi duran, hayatın çalışmaktan ve ciddiyetten ibaret olduğuna inanan bir kadın siyasi figür üretti. Kasım ayı bir canavarın doğumuna vesile oldu (November spawned a monster-Morrissey). Moz’un allegorik biçimde anlattığı gibi Korkunç Maggie maskülen-feminizm rüzgarını da arkasına alarak  yoluna sağlam adımlarla devam etti. Oysa kendisinin de ifade ettiği gibi feminizmden hoşlanmaz hatta bu akımı topluma zararlı olarak nitelerdi. (‘The feminists hate me, don’t they? And I don’t blame them. For I hate feminism. It is poison.’            
- as said to her adviser (and one-time New Statesman editor) Paul Johnson, according to a 2011 piece he wrote for The Spectator.)
Yine de Hollywood kendisini Meryl Streep kılığında öncü feminist bir figür olarak gelecek nesillerin zihnine yerleştirmekten hiç çekinmedi. Meryl Streep’in yine kaçınılmaz olarak Oskarlık bir rol sergilediği sıkıcı filmden çok önce ise 1981 yapımı Roger Moore’lu  James Bond filmi “For Your Eyes Only” de önünde önlüğü, mütevazi mutfağında kocası için akşam yemeğini hazırlayan, ancak kırmızı telefondan derin devlet casusluk işlerini kotarmaktan da geri kalmayan hali ile karşımıza çıktı. Korkunç Maggie bu! Herşeyi uygun biçimde ve mükemmel yapardı.  Ölümünün ardından çok konuşuldu. Konuşulması gerekenler kuşkusuz feminizme katkısı olmamalıydı. 1979’da genel seçimle başbakan olduktan sonra uyguladığı acımasız politikaları neo-liberal ekonomi, özelleştirme, işçi sendikalarının feshedilmesi ve kamu kesintilerini öngörüyordu.  Falkland adalarına asker çıkaracak denli kifayetsiz muhteris post kolonyal politikaları ile barışçıl politikalardan ne kadar uzak olduğunu göstermekten hiç çekinmedi, Nelson Mandela’ya terörist etiketini de yapıştırarak bunun altını iyice çizdi. Her ne kadar maskülen feminist zırhına bürünmüş ise de politika sahnelerinde Glastnostçu Gorbaçov ve eski kovboy Reagan’la flört etmekten, dizdize saatler geçirmekten hiç çekinmedi. Thatcher’ın bir hayranı da Özal’dı. Kendisinin ifadesi ile “ha Özalcı ha Thatchercı önemli olan halkları için daha iyi bir yaşam” dı. Bugün geriye dönüp bakıldığında her ikisi de halklarının kaderinde bir mihenk taşı oldular, ama daha iyi bir yaşam asla gelmedi. Ülkelerinin siyasetine bulaştırdıkları neo-liberalizm illeti kendilerinden sonra da devam etti. Özal’ın Thatcherizm tutkusu Türkiye’de yeni burjuva sınıfları yarattı, ekonomi bir yana kültürel bağlamda bir çöküşün temellerini atıp tüm bir toplumun değer yargılarını yozlaştırdı.
Thatcher’ın ölümünün ardından geriye bıraktığı en güzel şey kendisine nefret kusan bir müzik külliyatı kuşkusuz. Başını Morrissey’in çektiği aklı selim, dili kılıç kadar keskinlerin yarattığı müzik. Pete Wylie, Jarvis Cocker, Billy Brag, Dead Kennedys ve daha nicesi. Viva Hate’te “Ne zaman öleceksin? Lütfen öl! İyi insanlar bunu düşlüyorlar, gizlemiyorlar, hadi rüyalarımızı gerçekleştir!” demekten kaçınmayan Morrissey ve Thatcherizm’in ağır şartları altında ezilen işçi sınıfına tercüman olan diğerleri sonunda düşlerine kavuştular. Sosyal hafızası bizimki kadar bulanık olmayan bir halk körü ölünce badem gözlü yapmadı, bu gidişi gönlünce kutladı. “İçinde insanlığa dair bir atom dahi bulunmayan terror kraliçesini” gönüllerince uğurladılar.
Peki Thatcher henüz yaşarken ve aktif siyasetteyken İngiltere’de bu sözünü ettiğim anti-Thatcher müzik ortalığı inletirken, küçük hayranı Özal’ın memleketinde müzikal hadiseler neydi. Döneme müzikal bağlamda damgasını vuran en önemli olay kuşkusuz yasaklı sanatçılardı. 12 Eylül darbesinin yasaklar listesi politik olmaktan, cinsiyet değiştirmeye, derin dekolteden sivri dilliliğe dek uzanabilirdi. Özal döneminde yasakların yavaş yavaş kalkması İzmir fuarı gazinolarını bu yasaklı sanatçılardan bazılarının doldurması içten içe yaşanan devlet buyurdu madem ne güzel diye kabullenilen bir memnuniyet durumu olmaktan öteye geçmedi.  Öte yandan dönemin ruhunu belki en iyi yansıtan halkın içinden gelen arabeskin aşağılanıp yasaklanmasıydı. Oysa sonrasında yeni oluşmuş ayaktakımı burjuva arabeski baş tacı edecek, arabeskin en önemli figürlerini pop kültürün içine zorla yerleştirmekten çekinmeyecekti.
İngiltere’de Thatcher politikasını, müzisyenler de müziklerini yapıyordu. Herkes anladığı ya da anladığını zannettiği işi en azından inandığı şekilde icra ediyordu. Oysa bu topraklarda devlet eliyle uydurulmuş bir müzik olan “çok sesli hafif türk sanat müziği” tek kanaldan vatandaşlara “tavsiye” ediliyordu. Sanatları kişilikleri bir yana Yıldırım Gürses’in başını çektiği sanatçı güruhu ısmarlama besteleri ile halkın müzik zevkini daha yüksek bir seviyeye taşımaya gayret ediyorlardı. Bir anlamda halkın kendi içinden ürettiğini ehlileştirip köreltiyorlardı.  Oysa müzik ehlileşmemelidir, Thatcher’ın ölümü bana en çok bunu anlattı hatırlattı.   


8 Şubat 2013 Cuma

26 Aralık 2012 Çarşamba

ODTÜ OLAYI CANIMI SIKIYOR, UMUDUMU KIRIYOR!


İnsan böyle bir haksızlık karşısında nasıl tepki vereceğini şaşırıyor. Oturup bu resmi yaptım 2 saat uğraşıp. Çocukça belki ama içimi rahatlattı. Minoshka yarın Opti sweatshirt i alacak ikimize de. Üstümüzden çıkartmayız belki bir hafta. Karşı duruşun binbir yolu var. Çok muyuz az mıyız? Bizi nasıl bir gelecek bekliyor? ODTÜ'nün yanında olan gitsin buyurmuş iktidar, onlardan öğretim üyesi olmaz zaten, olsa nolur olmasa nolur demiş. İçimden birşeyler yükseliyor. Neden bitmedi? Neden babalarımızdan bize miras kaldı tüm bu korkular? Babamın benimle ilgili tek derdi nüfus cüzdanımı almadan çıkmamam oldu tüm gençliğim boyunca. Şimdi fişlendik mi zaten? Derin uykudan uyanma vakti mi geliyor? Çocukken iki şey için dua ederdim. Biri kıyamet kopacaksa kaçırmamak, ikincisi lütfen ben yaşarken savaş olmasın. Başlıbaşına bir oxymoron. Kopacaksan kop kıyamet. 

23 Aralık 2012 Pazar

KULENİN MERDİVENLERİNDE YA DA SENİN ODANDA BULUŞALIM!


Yirmili yaşlarımın hemen öncesinde aşkın benim için bir DM şarkısı olacağını söylemiştim birisine. "Strange Love" dönemi çabuk geçti ve ilk duyduğum günden bu yana benim için aşk "In Your Room" oldu. Ve bir resim seç deselerdi "The Meeting on the Turret Stairs" i gösterirdim soranlara. Yaşım 40'ı buldu hala imkansız aşkın peşindeyim. Ya sadece ben sevmeliyim ya da ikimiz de sevsek bile kavuşamamalıyız. Asla! 

Resim bir Danimarka efsanesini konu alıyor. Epey kanlı bir arka planı var bu aşkın. Helleil'in Hildebrand'a aşık olması üzerine bu ilişkiyi onaylamayan kızın babası yedi oğluna Hildebrand'ı öldürme emri veriyor. Hildebrand Helleil'in babasını ve altı kardeşini kılıçtan geçiriyor. Ancak küçük olan kurtuluyor. Yara alan Hildebrand da ölüyor ve hemen ardından Helleil. Aslında bayağı ve vahşi bir hikaye, ama Frederick William Burton bu efsaneyi kendine göre yorumlayıp iki sevgilinin gizlice son kez birbirlerine veda ettikleri bir anı resimliyor. Birbirlerine bakamıyorlar bile, sadece Helleil'in geriye uzanmış koluna kaçamak bir öpücük. Saatlerce bakabiliyorum bu resme. Çok güzel buluyorum bu mahrem veda sahnesini ve çok hüzünlü. Nasıl bu kadar canlı olduğunu, nasıl bu kadar derinden vurduğunu anlayamıyorum. Bunca zaman geçmişken üzerinden, aşk teması alabildiğine sentetikleşmişken nasıl güzelliğini ve gerçekliğini hiç eksilmeden koruyabilmiş aklım almıyor.

Bu ara bu resme bu kadar çok bakmamın sebebi aşk kuşkusuz. Yine imkansız yine kavuşmasız. Arasıra yapılan gündelik konuşmaların hantal tabakası altında bir kaç kaçamak bakış, gözgöze gelinen bir galaksi yılı sürdüğü sanılan küçük anlar, küçük imalar. Alttaki fotoğrafta ilk gerçek aşkımın, lise aşkımın andacıma yazdığı yazı var. En azından anlaşılmış olduğumu, onun da beni sevdiğini anlıyorum şimdi bakınca. Bazen doğru zamanda cesur olmak gerekiyordur belki. Aşkın sadece bana ne hissettirdiği ile o kadar meşguldüm ki her zaman kendi kozmozumun dışında ne olacağı beni hiç bir zaman ilgilendirmedi. Çünkü aşk benim için sadece bir an, zihne iyice kazınması gereken. Süreci yok bence. Beni ilgilendiren o ikili dayanışma değil haftalar, aylar ya da yıllar süren. Ben sadece o tek bakışla ilgileniyorum. Kaçamak ya da gözünü gözüne diken, aklını başından alan. Kulenin merdivenlerindeki o anı istiyorum sadece.